16 Mayıs 2012 Çarşamba

MİLAS OVASINDAN ZEYTİN DAĞLARINA

Hamdi Topçu

Dağlara inzivaya çekilen Zerdüşt, bir sabah uyandı ve güneşe baktı: “Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, mutluluğun nerede kalırdı? On yıldır yükselir durursun mağaramın üstünde. Benim için, kartalım için, yılanım için olmasaydı, bu ışığından da bu yoldan da bıkardın.” dedi ve üstüne doğacağı mağaralar bulmak için dağlardan ayrıldı.

Kargıcak tepelerinden Milas ovasına bakarken aklımda Zerdüşt var.  Dar ve tozlu yolda döne döne yükseliyoruz. Şimdi denizden 450 metre yüksekteyiz. Karşı tepedeki boz kayaları seyreden dostlara gnayslar hakkında bilgi veriyorum:

“Metamorfik bir kaya türü olan bu gnaysların yapısında mika, kuvars ve feldspat var. Kuvars yeryüzünün en sert madenlerindendir, mika da sert. Feldspatlar ise çok çabuk ayrışırlar. Yağmurda, rüzgârda kayaların feldspatlı bölümleri aşınır ve bu benzersiz görünümler ortaya çıkar. Bu oluşumları, buralardan Çine çayına dek tüm Gökbel dağlarında izlemek olanaklıdır.”    

Her dönemeçte ansızın karşımıza çıkan ve her biri başka bir varlığa benzeyen bu kayalardan ürkmemek olanaksız.

   -   Bu bir kaplumbağa…
  
   -   Bu da balina…
 
   -   Bak bak, bu buldoğa benziyor değil mi?

   -   Tanrıça Hekate’nin geceleri bu dağlarda dolaşırken yanında gezdirdiği Kerberoslardan biri, bu olmasın sakın?

   -   Şu kaya var ya, şu kaya! Karialılar, Zeus’un labrisini (çift ağızlı balta) kesinlikle ondan esinlenerek yapmışlardır.
 
   Gnays tepelerine kondurulmuş birkaç kulübenin arasında duruyoruz. Görünürlerde kimsecikler yok. Yüzümü yamaca dönüp bağırıyorum:

    -    Bizim köllüleee! Kimse yok mu? Nedesiniz bakennn!

    Yanıt en yukarıdaki evden geliyor.

    -   Oooyyy!
 
    Arabamız siyah bir dört çeker; ama yerel dil, onlardan biri olduğumu anlatmanın en kestirme yolu.

    -   Ben naha gelcen oreya?

    Koluyla bir yay çiziyor.

    -   Hölü dolanıp dı gelcen

    -   Ore arıba geli mi?

    -   Geli geli!

Arabamız, bir buçuk “s” çizip damın kapısının önünde duruyor.

Burası tam bir kartal yuvası. Zerdüşt’ün mağarası buralarda bir yerlerde olmalı.
 
Bu dağlarda onların da tanıdığı birinin adını vermek güven sağlamanın en kestirme yolu. Bu güne dek hep gururla, övünçle söylediğim ismi söylüyorum:

-   Ben Karaduman’ın damadıyım. Bu bay ve bayanlar da arkadaşlarım. Buralarda biraz temiz hava alalım dedik.
 
Yaşlı adam, yıllardır göremediği bir dostu bulmuşçasına bakıyor gözlerime. Elimi daha sıkı tutuyor.

-   Rahmetlinin kursağımda ekmeği çoktur, diyor.

Kayınpederim odun tüccarıydı. Yıllarca bu dağlarda odunculuk yapmıştı. Her sabah, üçte dörtte kalkar, fırına uğrar; on beş, yirmi ekmek alır, bir çuvala doldurur, bu dağlara öyle tırmanırdı. Bunca ekmeği neden aldığını soranlara:

-   Dağ başında ekmeğin olsun; otu, suyu bulursun, derdi.  

Oysa o,  ekmekleri çobanlara ve yoksul orman ve zeytin işçilerine dağıtmak için alırdı. Kapısını çalan hiçbir dağ köylüsünü boş çevirmezdi. Kime ne verdiğini eşine ve çocuklarına dahi söylemezdi. “Zorla kazanıyorsun, yapma böyle.” dediklerinde, “ Onlar sayesinde kazanıyorum. Dağlardaki binlerce ster odunumun bekçisi onlar.” der geçerdi. 
     
Çevre yamaçlar, baştanbaşa zeytin ağaçlarıyla donanmış.

-   Zeytinlerde bu yıl çiçek çok, diyorum.

Elini omzundan geri savuruyor:

-   Olsa ne yazar? Üç buçuk lira yağın kilosu. Beş yıldır fiyatlar hep düşüyor, diyor.

Sanki kördüğüm olmuş sorunlarına çözüm olacak kılıç sahibiymişim gibi anlatmaya devam ediyor:
    
-   Ben, 70 yaşındayım. Bazen bir zeytin tanesinin peşinde 50 metre yokuş iniyor, zeytin çuvallarını şu gördüğün yamaçlardan yol kıyısına sırtımda taşıyorum.


Yaklaşık beş kilo zeytinden bir kilo yağ çıktığını, bu yamaçlarda bir işçinin günde 50 kilo zeytini toplamasının zor olduğunu iyi bilenlerdenim.
  
 -   Bizim çuvallar dolusu zeytinlerimiz eskiden günlerce yol kıyısında kalırdı. Şimdi bir gecede yok oluyor. Birkaç yıldan bu yana çuvalları, fabrikaya götürmeden önce bu damlara taşıyor, geceleri de hırsızlar çalmasın diye nöbet tutuyoruz.

Bizler, ruhumuzu kentlerin gürültüsünden ve kalabalığından kurtarmak ve doğal güzelliklerimizi keşfetmek için buralardayız. Oysa onların ömürleri, bu zeytin yamaçlarına ve kartal yuvası bu damlara zincirli.

Toprak çatısının yarısı göçmüş baba evini gezdirirken, evlerin, böyle karşı yamaçlara dönük yapılmasının nedenini:   

-   Biz malımızı-mülkümüzü ne kadar rahat gözetleyebilirsek, bizim için kadar iyidir, diye açıklıyor.

Birkaç eski ev eşyası yüklü traktör ağır ağır geçip gidiyor yoldan.

-   Göçüyorlar, diyor. Birkaç gün içinde biz de göçeceğiz.

Burası yayla. Egenin tuzunda yıkanan rüzgârlar, yaz boyu buralara serinlik taşıyacak. Öyleyse neden g
göçüyorlar ki?

 -   Dağın öte yüzü Çamlıyurt, Olukbaşı…  Daha ötede de Katrancı. Gidince görürsünüz. Oralarda dağ taş fıstık çamıdır. Kasım sonuna dek orada, çam fıstığıyla uğraşırız.

Daha yukarılardaki kaynaklardan hortumla getirdiği su, önce eski bir kazana doluyor, sonra bin bir emek teraslanmış sebze bahçesine akıyor.

-   Bahçe erkenci, diyorum.

-   Yok, diyor. Zamanı şimdi. Bu sular çekilmeden sebzeler toprağa tutunmuş olmalı.

Evinin toprak tavanı göçmüş bölümünü gösteriyor.

-   Ben burada, bu odada doğmuşum. Yokluktan, yoksulluktan yaptıramıyoruz. Gözümüzün önünde, öyle viran olup gidiyor, diye anlatıyor çaresizliğini.

Ege köylülerinin bir yılı, on iki aya sığmaz. Onlar, bir ürünün kazancını ceplerine koymadan bir sonraki yılın ürünü için çalışmaya başlarlar. Mümbit ovalarda pamuk yetiştiren de dağ yamaçlarında çamdan çama sekerek kozalak toplayan da onlardır. Zemheride zeytin dibindedir elleri, temmuz sıcağında tütün yaprağında. Çocuklar, alfabeyi sökmeden, kaya başlarında oğlak otlatmayı öğrenirler.

Bu dağlardan dev kamyonlar, Güllük limanına gün yirmi dört saat kuvars, mermer ve feldspat taşır. Dağların cevheri başkalarına yarar, tozu onlara kalır. Onlar, “Vatan der, millet der, devlet der de bunca güzellikler içinde böylesine didinmeme karşın ben niye yoksulum?” diyemezler.
  
-   Gidelim, diyor dostlardan biri gezip göreceğimiz çok yer var.

Nereden geldiğini anlayamadığımız kamyonun savurduğu tozları eliyle kovalarken:

-   Bu kuvars kamyonları, diyor… Bir acı kahvemizi içseydiniz… Böyle ayaküstü olmadı…

Elini içtenlikle sıkıyorum. Aklım dağın arkasında, Geyik Barajında artık. Kim bilir, Zerdüşt’ün ulu yıldızı belki oralarda, kimler ve neler için doğduğunu farkındadır.   


Hamdi Topçu














1 yorum:

ALVEGARİ dedi ki...

Hamdi Topçu'dan öykü tadında yöresel özellikleri anlatan güzel bir gezi-gözlem yazısı. Zevkle okudum. Aslında yöremize ilişkin öyküler-romanlar-şiirler üretilmeli, yazılmalı. Milas, sapip olduğu yazı malzemelerini, yazarlara ve ozanlara sunmak istiyor. Gelin bu konuda 'Milas Ana'nın bizlere sunduğu bu nimetleri yazıya dökelim...Bu güzel yazıyı bisimle paylaştığı için Dr. Cem'e teşekkür ediyorum.